Ahmet Aydın Atmaca’nın eserlerinden oluşan Hafıza Kalıntıları sergisi 31 Mart - 30 Nisan tarihleri arasında Summart Sanat Merkezi’nde!

 

Ahmet Aydın Atmaca 1982 yılında İstanbul’da doğdu, 2005 yılında
Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünden
mezun oldu. 2013 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü
Heykel Anasanat Dalı’nda Yüksek Lisans programını tamamladı. 2011-
2014 arasında İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi’nde Araştırma
Görevlisi olarak çalıştı. Şu an Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Heykel Bölümü’nde Sanatta Yeterlik programına devam ediyor ve aynı
kurumda Araştırma Görevlisi olarak çalışıyor.
Kişisel Sergiler:
2009 Heykel ve Desen Sergisi, CEF Galeri, İstanbul
Seçilmiş Karma Sergiler:
2022 “Gerçekte Olmayan Şeylerin Zihinsel Tahayyülleri”, Summart
Galeri, İstanbul
2021 “Stranger Things”, Summart Galeri, İstanbul
2020 “Rafine”, Arthan Galeri, İstanbul
2019 “Ekoton” MSGSÜ Araştırma Görevlileri sergisi, Tophane-i Amire,
İstanbul
2018 “Başka Bir Tepeden” 10 Teras Sergisi, Elgiz Müzesi, İstanbul
2018 “Join The Dots / Unire le distanze” Salone degli Incanti, Trieste,
İtalya
2015 “ON” Baksı Müzesi Onuncu Yıl Sergisi, Baksı Müzesi, Bayburt
2012“Mesafe ve Temas” Baksı Müzesi, Bayburt
Proje Sergiler:
2019 “#workinprogress”, Daire galeri, İstanbul
2012 “Yeşil Senfoni”, Alan İstanbul Proje Odaları, İstanbul
Fuarlar
2020 Step İstanbul, Noks Art Projects’le birlikte inisiyatifler alanı,
Tomtom Kırmızı
2019 “İçimizdeki Şeytan”, Artist 2019, 29 Uluslararası İstanbul Sanat
Fuarı, Tüyap
Sempozyumlar
2016 “2. Kyzikos Uluslararası Heykel Sempozyumu”, Erdek
2015 “12. Alanya Uluslararası Taş Heykel Sempozyumu, Alanya
Makaleler
2015 “Türkiye’de Kamusal Alanda Heykel”, Tol Mimarlar Odası Kayseri
Şb. Mimarlık Kültür Dergisi, Yıl:12, Sayı:12, Bahar 2015, s.71-75
Mesleki Üyelikler:
Heykeltıraşlar Derneği, İstanbul
 
Unutmanın Katılaşan Akışkanlığı
Nazlı Pektaş
Kuşkusuz heykeli anlatmak, yapmaktan daha zor. Sanatçının malzeme ile kesiştiği anın içine
dalmak öyle kolay olmamalı. Zira heykel, onu biçimlendiren sanatçının malzemeyi çok iyi
tanıdığı, ona yön verdiği, malzemenin de kendisini yönetmesine müsaade ettiği anda doğar.
Sanatçı ve yontulan/biçimlendirilen şey çıkma/geri dönme karşılıklı hareketinden ibaret
ontolojik bir yapıyı paylaşır. Sanatçının bedeninde başlayan ve bedende süren dünya algısı;
eylem içinde, forma dönüşürek dolaşıma girer ve ontolojik-fenomenolojik bir zeminde sanat
yapıtına dönüşür. İkisi arasındaki bu paylaşıma izleyici dahil olduğunda; beden- sanat yapıtı -
izleyici üçgeninde içeriden dışa, dıştan da içe karşılıklı bir geçiş/akış var olur. Fenomonolojik
bir bakışla bu durum “ifade mucizesi” diye anılır ve M. Merleau Ponty bunu şöyle özetler:
“Kendini dışardan gösteren bir iç dünyaya inen ve orada olmaya başlayan bir
anlamlandırma…”1 Tam da burada heykele bakarken cisimleşmiş bir anlamlandırma söz
konusudur demek yanlış olmaz. Anlamlar bütünü olan dünyada,2 heykeli anlamlandırmak,
malzemeden çıkan ve yine ona dönen bir ritimle cisimleşir.
Ahmet Aydın Atmaca’nın heykellerinde anlam; kendi kütlesinden kopmaya çalışan, uzayan
eriyen, akışkan bir hale dönüşmeye meyleden lakin taşlaşan bir hareketin içinde çoğalır.
Büstler ve bedenler; aşağıya, yukarıya ve geriye doğru uzantılar eşliğinde dönüşümün
eşiğindedir. Bu uzantılar ait oldukları yerden kopmaya çalışırken bir türlü kopamayan,
zamanla oraya daha da bağlanan adeta bir örümcek ağına dönüşür. Peki bakışımızı içine
çeken bu yapışkan kıvrımlar dönüşümün başladığı yahut bittiği yer midir? Yoksa her ikisini
kesiştirmekte midir? Büstler, bedenler ve desenler arasında dolaşan anlam tam da burada hiç
kimse tarafından çözülmemiş, isimlendirilmemiş, henüz onaylanmamış bir şeye/bir yere
sığmaya çalışır. Bedenleri mesken tutan bu hareket anı, anlam ve onu dışa taşıran sözü
birbirine bütünler. Başkalaşımı, bozulmayı bazen de yokluğu yüklenen Atmaca’nın
müdahaleleri, bedende gerçekleşen ve ona yönelen her şeyi anın ve yerin gerçekliğinde örer,
bulunuş alanında gerçekleştirir. Heykellerin içinde ve dışındaki tüm hareket az önceki
geçmişe ve şimdiki geleceğe yönelmiştir. Bir bedende başlayıp diğer tüm bedenleri kaplayan
bir virüs gibi çoğalan bu ağ, dünyada olmakla, içinde olmakla her şeyin görünür olması ve
​bedenlerin bu görünürlükteki eşsiz varlığı ile ilgilidir. Kendini ve başkalarını algılama biçimi
onun mekânsallığıdır, içinde ne etkin ne de edilgen zamanı taşır. Bu oluş içindeki zamansallık
görürken görünür olmaktır. Bu iki eylemin içinde oluştuğu zamanın yan yana duruşu ve bu
çakışma anının, kendiliğinden oluştuğu “o” an gerçekliğin mekânıdır. Tam da o yerde ve anda
algı gerçekleşir. Algı deneyimi ve zamansallık arasındaki döngüsel koşulluluk ve ortak ufuk
hattı böylece devingen bir atmosfer yaratır.3 Bedenler ve büstlerden uzayan ağ; Atmaca’nın
dünyayı içine aldığı yahut dünyaya yaydığı beden algısında düğümlenir. Fransız fenomenolog
Merleau Ponty’nin sözleriyle: “[…] Bedenim odaklandığım her harekette şimdiyi, geçmişi ve
geleceği birleştirir, zamanı salgılar, daha doğrusu zaman tarafından ittirilmez, doğada ona
yer olur.[ …]”4 Ahmet Aydın Atmaca’nın heykel ve desenlerinde gördüklerimiz bu birleşmeyi
katılaşmış bir akışkanlıkta gösterir. Sanatçı biçimi ararken, bir başka deyişle öze uygun biçimi
kurgularken; baktığı yerden içinde, dışında ve kendisinde olduğu bu dünyanın – bu karşıtlık
ilişkisinin- merkezidir. O bu merkezde seçtiklerini içselleştirerek, kurmacasının derinliğini
kendi belirler: İçinde dolaştığı, içine aldığı bu sonsuz çoklukta her seferinde yeniden
köklendiği. Peki bu kök ısrarla neyi saklamaktadır?
Söz köke geldi. Tam da burada bu heykellerin uzun süredir bir toprağın altında
gömüldüklerini düşünmek hiç de yanlış olmaz. Belki bir ormanda. Yol kenarında bir tarlada.
Kentin yeşil kalacağı konusunda hiç kaygı duymadığımız mezarlıklarının birinde…
Jean Genet, Giacometti’nin Atölyesi adlı kitabında şöyle yazar: “Giacometti vaktiyle bana, bir
heykel yapıp gömmeyi düşündüğünü söyledi…Günün birinde bulunsun diye, Giacometti’nin
kendisi, hatta ismi bile unutulduktan sonra.” Genet, bu aktarımdan sonra şunu sorar:
“Heykeli gömmekle ölülere mi sunmuş oluyordu onu?”5 Giocometti’nin arzusu öte dünya için
değildi. Köklenmeye, yeryüzüyle bir olmaya dairdi. Ahmet Aydın Atmaca’nın heykelleri de
tersine büyüyen, örümcek ağına benzediği kadar bir ağacın köklerine de benzeyen uzantılarla
zamanla buluntuya mı dönüşecektir. Sanatçının isteği bu mudur? Sanatçı ısrarla neyi
saklamaktadır?

Sergiye, “Hafıza Kalıntıları” ismini veren sanatçı; kalıntılar vurgusuyla arkeolojik bir teması
imlese de söz konusu kelime, doğrudan unutmanın bazen tersine kökleşen, kökleşirken
ufalanan gerçekliğine dokunur. Heykellere eşlik eden desenler ise kökleşen unutmanın
envanteridir ve aralarında ayrılık içinde bir özdeşlik vardır. Bu durumun yarattığı kesişme her
seferinde unutmanın kaydını hatırlatır. Heykel mi desenden desen mi heykelden yola çıktı
sorusu akla düşse de her iki üretim de kendinden çıkışı kendine dönüşü ve bunun tam tersini
düşündürür.
Hafıza Kalıntıları; unutmanın katılaşan bir akışkanlıkla yeryüzünü sardığı, sararken tüm
heybetiyle köklendiğini anlatan bir sergidir.